Bir varmış, bir yokmuş… Renklerin kendi aralarında konuştuğu, gökyüzünün masmavi olduğu, çiçeklerin yaprak yaprak gülümsediği güzel mi güzel bir diyar varmış. Bu diyara Renkler Diyarı denirmiş. Burada yaşayan her şey bir renkten güç alırmış. Çiçekler, ağaçlar, sular, gökkuşağı… Her biri bir renkle can bulurmuş.
Renkler Diyarı’nın en özel varlıklarıysa dört sihirli kuşmuş:
Yeşil tüyleriyle ormanı koruyan Zümrüt
Maviyle göllerin efendisi olan Safir
Kırmızıyla alev gibi parlayan Koral
Ve sarı ışıkla her sabah güneşi uyandıran Amber
Bu dört kuş gökyüzündeki yedi renkli gökkuşağını dengede tutar, her şeyin yerli yerinde kalmasını sağlarmış.
Bölüm 1: Eksik Renk

Bir sabah güneş doğmuş ama gökyüzünde işler yolunda gitmiyormuş. Kuşlar hemen etrafı incelemişler ve gökkuşağındaki mor rengin kaybolduğunu farketmişler!
Mavi kuş Safir usulca konuşmuş. “Bu sıradan bir şey değil. Bir uyarı olabilir. Belki de kehanet başlıyordur. Tapınağa gitmeliyiz. Işık Taşı belki bize ne olduğunu söyler.” demiş.
Böylece dört kuş birlikte yola çıkmış. Uçmuşlar da uçmuşlar… Ağaçların üstünden, göllerin üzerinden, rüzgârın en hafif estiği yollardan geçmişler. Renkler Tapınağı ormanın en eski köşesinde, zamanın bile unuttuğu bir yerdeymiş. Bu tapınakta bir zamanlar efsanevi bir taş parıldarmış: Işık Taşı.
Taşa yaklaştıklarında taşın içinden hafif bir ışık yükselmeye başlamış. Önce sarı, sonra kırmızı, sonra mavi ve yeşil… Sonra taşın tam ortasında yazılar belirmiş:
Dört renk birleşmeden kayıp olan geri dönemez.
Mor, Beşinci Diyar’ın derinliklerinde gizlidir.
Dört kuş kalplerinde aynı kararla gökyüzüne doğru yükselmişler. Onları bilinmeyen diyarlardan geçen uzun bir yolculuk bekliyormuş.
Bölüm 2: Yeşil Kuş Zümrüt’ün Sınavı

Gökyüzünde süzülürken arkalarında tanıdık ormanlar ve renkli ovalar kalmış, önlerinde ise daha önce hiçbir canlının gitmediği gizemli yollar uzanmış. Rüzgâr bir başka esiyor, bulutlar fısıltılarla konuşuyormuş.
İlk durak Gölge Bahçesi olmuş. Bu bahçe çok çok eskiden ışıkla doluymuş. Ama zamanla karanlık bir sis burayı sarıp sarmalamış ve tüm renkler bu topraklardan çekilmiş. Şimdi siyaha bürünmüş yapraklar, solmuş çiçekler ve sessiz ağaçlarla doluymuş.
Gölge Bahçesi’ne yalnızca Zümrüt girebilecekmiş. Çünkü bu bahçe cesaretin ve gerçeğin sınandığı yermiş. Dört kuş farklı yönlere uçmuş ve Zümrüt karanlık bahçeye doğru tek başına yol almış.
Bahçeye girdiği anda dikkatle ilerlemiş. Birden gölgeler içinden karanlık bir varlık belirivermiş. Bu, Gölge Kuşu‘ymuş. Tüyleri simsiyah, gözleri duman gibiymiş.
“Neden geldin, yeşil tüy?” diye sormuş Gölge Kuşu. “Burada sana ait bir renk yok!”
Zümrüt cesaretle karşısında durmuş. “Mor kayboldu. Onu bulmak için yola çıktık. İlk sınavın burada olduğunu söylediler.”
Gölge Kuşu başını eğmiş. “O hâlde cevap ver: Karanlık bir yerdeyken ışığı nasıl bulursun?”
Zümrüt biraz düşünmüş. Sonra derin bir nefes almış.
“İçimde taşıdığım ışıktan.” demiş. “Eğer dışarısı karanlıksa içimdeki yeşili hatırlamalıyım.”
O anda Gölge Kuşu gerilemiş ve bahçedeki çiçekler titremeye başlamış. Kurumuş yaprakların arasından birdenbire bir ışıltı doğmuş. Küçük bir filiz topraktan başını uzatmış. Ardından bir diğeri… Sonra bir tane daha… Zümrüt’ün etrafı yeşilin yeniden doğduğu bir bahçeye dönüşmüş.
Ve bahçenin ortasında, solmuş bir çiçeğin kalbinde mor bir damla belirmiş. Zümrüt dikkatle o damlayı almış ve tüylerinin arasına saklamış. Geri dönerken içi umutla doluymuş.
Bölüm 3: Mavi Kuş Safir’in Sınavı

Zümrüt gökyüzünde uzaklara doğru süzülüp gözden kaybolurken Safir de kendi yoluna dönmüş. Mavi kanatları rüzgârla yarışırken içindeki düşünceler sessiz sessiz akıyormuş. Çünkü onun sınavı kelimelerin işe yaramadığı Sessiz Göl isimli bir yerde gerçekleşecekmiş.
Göle vardığında ortalık tamamen sessizmiş. Ne bir kuş ötüyormuş ne de bir yaprak hışırdıyormuş. Suyun kenarına konmuş ve göle bakmış. Yüzey o kadar duruymuş ki içinde kendi yansımasını değil, geçmişte söylediklerini görmüş.
Küçükken sabırsızca konuştuğu anlar, arkadaşlarını dinlemeden uçup gittiği zamanlar, yalnız kaldığında bile susmayı bilmediği dakikalar… Hepsi oradaymış.
Birden gölün ortasında hafifçe su kabarmış ve içinden Sessiz Gölge isminde bir varlık çıkmış. Konuşmadan Safir’e yaklaşmış; göz göze gelmişler. Safir tam bir şey söylecekken burada konuşmanın yasak olduğunu hatırlamış.
Sessiz Gölge’nin elinde camdan bir küre belirmiş. Kürenin içinde dalgalanan bir mor parıltı varmış ama çok bulanıkmış. Küreyi Safir’e uzatmış. O anda Safir’in içinden bir ses geçmiş:
“Görüneni değil, duyulmayanı duy. Ne söylersen değil, ne dinlersen odur kalbin cevabı.”
Safir gözlerini kapatmış. Rüzgârın sesini duyamamış ama onun varlığını hissetmiş. Su adeta nefes alıyormuş. Uzakta bir yaprak usulca düşüyormuş. Ve kalbinin içinde küçük bir şey kıpırdamış: anlayış.
Gözlerini açtığında küre berraklaşmış. Mor parıltı büyümüş ve netleşmiş. Sessiz Gölge başını eğmiş. O sırada gölün kenarından bir nilüfer açmış. Yaprağının ortasında da küçük bir mor damla duruyormuş.
Safir kanatlarını dikkatle uzatmış, o damlayı almış ve tüylerinin arasına saklamış. Teşekkür etmek istemiş ama sessizliği bozmamış. Sonra gökyüzüne doğru süzülmüş.
Bölüm 4: Kırmızı Kuş Koral’ın Sınavı

Gökyüzü kızıl renge bürünmüşken Koral yalnız başına süzülüyormuş. Kanatlarında ateşin sıcaklığı, kalbinde ise kıvılcımlar varmış. Onun sınavı en zorlarından biriymiş. Çünkü yolu Alev Ormanı‘ndan geçiyormuş. Bu orman bir zamanlar kırmızı çiçeklerle doluymuş. Kuşların şarkı söylediği, kelebeklerin dans ettiği bir yermiş. Ama bir gün, öfke, bir kıvılcım gibi düşmüş toprağa! Ağaçlar küsmüş, çiçekler solmuş ve orman alev almış. Artık orası yanan ama sönmeyen bir yermiş.
Koral ormanın kıyısına geldiğinde sıcaklık hemen tüylerine işlemiş. Ama geri dönmemiş. Korkmadan içeri adım atmış. Alevler bir yol çizmiş ona. Soluk kırmızı yapraklar, sararmış dallar, yanık izleriyle dolu ağaçlar… Ama alevlerin arasında bir şey daha varmış: fısıltılar. Koral kulak kesilmiş:
“Sen hep bağırdın. Dinlemeden konuştun. Öfkeyle uçtun, yıktın… Tüm bunları fark ettin mi?”
Alevler, Koral’ın kendi sözlerini yankı yapar gibi tekrar ediyormuş. Bu sırada bir varlık belirivermiş: Kızıl Yüz. Koral’ın önünde durmuş ve gözlerinin içine bakmış.
“Öfke seni güçlü mü yapar sandın?” diye sormuş yumuşak ama tok bir sesle.
Koral başını eğmiş. “Bazen… evet. Ama bazen de en yakınlarımı benden uzaklaştırır.”
Kızıl Yüz ateşten bir dal uzatmış. Üzerinde parlayan mor bir tohum varmış. Ama tohuma ulaşmak için dalın içinden geçmek gerekiyormuş.
“Gerçek cesaret alevin içinden geçmek değil, aleve yanmadan dokunabilmektir!” demiş Kızıl Yüz.
Koral gözlerini kapatmış. Derin bir nefes almış. Öfkesini geride bırakıp sabırla ilerlemiş. Kanatlarını kapatmış, sessizce yürümüş. İçindeki öfkesini yendiği için alev ona zarar verememiş. Tohumu nazikçe almış ve kalbine yakın bir yere koymuş. Sonra göğe yükselmiş ve içi mutlulukla dolmuş.
Bölüm 5: Sarı Kuş Amber’in Sınavı

Güneş gökyüzünde en parlak olduğu anda Amber kanatlarını açmış, sarı tüyleri ışıkla yarışır gibi parlıyormuş. Yolculuğu Altın Zirve isimli bir yereymiş. Burası bulutların üstünde, ışığın doğduğu bir yermiş.
Gökyüzünde süzülmüş. Yol boyunca rüzgârdan başka hiç kimse onunla konuşmamış. Yükseğe çıktıkça sarı tüyleri daha da parlar olmuş ama kalbi hafifçe titriyormuş. Çünkü içten içe hep neşe saçarken aslında bazen üzgün olduğunu sakladığını biliyormuş.
Zirveye vardığında karşısına aynadan yapılmış büyük bir kapı çıkmış. Kapının üstünde parlayan harflerle şunlar yazıyormuş:
Işığın en parlak hâli gölgenden doğar.
Kapıya yaklaşmış. Aynaya bakmış ama geçmişte sakladığı duyguları görmüş. Gülümsediği ama içten içe kırıldığı günleri, başkalarını mutlu etmeye çalışırken kendini unuttuğu anları…
“Ben hep güçlü görünmek istedim!” demiş usulca. “Herkes güneşi sever ama kimse onun ne kadar yalnız olduğunu sormaz.”
Tam o anda aynanın içinden bir varlık çıkmış: Altın Sis. Yüzü tanıdıkmış!
“Amber başkalarını aydınlatmak güzeldir ama ya sen? Kendi ışığını kim koruyacak?” diye sormuş.
“Bazen sadece dinlenmek istedim. Birisi sadece ‘Sen nasılsın?’ diye sorsun istedim.” diye cevap vermiş.
O anda bulutlar açılmış, güneş daha yumuşak bir ışıkla parlamaya başlamış. Altın Sis gülümseyerek parmak ucuyla göğü işaret etmiş. Bir ışık halesi süzülmüş ve gökten yere doğru mor bir ışık damlası inmiş, Amber’in önüne nazikçe konmuş.
Amber mor ışık damlasını kalbine basmış ve o anda içi huzurla dolmuş. Ve o da diğer kuşlar gibi hemen göğe yükselmiş.
Bölüm 6: Dört Kuşun Buluşması

Gün, gökyüzünde dönerken renkler yavaşça değişmiş. Güneş batıya doğru kayıyor, hava bir pembelikle sarılıyor, doğa derin bir nefes alıyormuş.
O anda dört farklı yönden dört kuş belirmiş. Her biri yorgunmuş ama gözlerinde kararlı bir parıltı varmış. Her biri yolculuk boyunca birer mor damla kazanmış ve şimdi bu damlaları ait olduğu yere götürme vaktiymiş.
Rivayetlere göre gökkuşağının ilk kez doğduğu, her rengin kendi yankısını bulduğu, Beşinci Diyar‘da, Renkler Mağarası isimli gizemli bir mağara varmış. Ama mor renk kaybolduğunda mağaranın kapısı mühürlenmiş ve içerisi giri bir sisle dolmuş.
Dört kuş mağaranın önünde buluşmuş. Mağaranın kapısında yedi renkli bir taş varmış ve yalnızca altı tanesi parlıyormuş. Yedinci, yani mor taş solgunmuş. Her kuş kendi getirdiği damlayı kalpten taşan bir sevgiyle bu taşa doğru uzatmış.
Ve o anda mor taş parlamaya başlamış. Önce bir ışık, ardından bir yankı… Sonra mağara titremiş! Kapı ağır ağır açılmış. İçeride kırılmış bir cam taş duruyormuş. Bu, Mor’un özüymüş!
Dört kuş yaklaşınca cam konuşmaya başlamış:
“Ben kaybolmadım! Sadece unutuldum. Renkler arasında en sessiz olanım ben. Ne ateş ne de güneş gibi parlarım. Ama duyguların en derinlerini taşırım: Sevgi, hayal, özlem… Beni unuttuğunuzda dünyanız eksik kalır.” demiş.
Kuşlar başlarını eğmişler ve bir daha mor rengi unutmayacaklarına söz vermişler. O anda cam yeniden bir bütün hâline gelmiş ve Mor yeniden doğmuş!
Mağaranın tavanı açılmış ve gökyüzüne kocaman bir mor ışık yayılmış. Böylece tüm renkler bir araya gelmiş, gökler gülümsemiş, dünya yeniden tam olmuş.
Dört kuş birbirlerine bakmış. Yorgun ama huzurluymuşlar…
– SON –
