Bir varmış, bir yokmuş. Uzak diyarlarda, yemyeşil ormanların ve bereketli tarlaların arasında kurulmuş, küçük ama huzurlu bir köy varmış. Bu köyde sabahları ilk güneş ışığıyla birlikte uyanan her canlıya yeni bir günün başladığını haber veren, renkli tüylü, gösterişli bir horoz yaşarmış. Adı Horoz Cingo imiş. Tüyleri parlak kızıl, kuyruğu koyu yeşil ve lacivert arasında değişen uzun tüylerle süslüymüş. Gagası sert ve sivri, gözleri ise her sabah doğan güneş gibi parlakmış.
Köyün en yüksek çatısına tırmanır, oradan tüm köyü gören o tepeye kurulmuş evlerin üzerinde dururmuş. Güneş daha dağların ardından yüzünü göstermeden önce başını gökyüzüne kaldırır, derin bir nefes alır ve gür sesiyle ötmeye başlarmış. Bu ötüş yalnızca sabahın geldiğini haber vermekle kalmaz aynı zamanda köy halkı için bir güven işareti olurmuş. Cingo’nun sesi duyulunca herkes yatağından kalkar, yeni güne umutla başlarmış.
Cingo da bu görevini büyük bir ciddiyetle yerine getirirmiş. Onun için bu görev yalnızca ötmekten ibaret değilmiş. Aynı zamanda saygı görmek, sevilmek ve önemli biri olmak anlamına geliyormuş. Köylüler zamanla onun ötüşüne alışmış ve Cingo’nun sesini duymadan güne başlayamaz olmuşlar.
Bayılmaların Başlaması

Fakat Cingo’nun pek bilinmeyen tuhaf bir özelliği varmış. Ne zaman üç kezden fazla öterse başı döner, gözleri kararır ve olduğu yere bayılırmış. Bu garip durum ilk zamanlarda köylülerde büyük bir şaşkınlık yaratmış. Bir sabah ötmeye başladığında, dördüncü ötüşünde bir anda dengesi bozulmuş ve olduğu yere yığılmış. Köyün çocukları endişeyle etrafını sarmış, yaşlılar onun başına ne geldiğini anlamaya çalışmış. Fakat Cingo kısa süre sonra gözlerini açmış, kafasını toparlamış ve hiçbir şey olmamış gibi davranmış.
Zamanla bu tuhaf bayılmalar tekrar etmeye başlamış. Köylüler önce endişelenmiş ama sonra bu duruma alışmışlar. “Cingo yine çok öttü!” deyip gülümseyerek işlerine dönüyorlarmış.
Her sabah yeniden ötüyor, yeniden bayılıyor, tekrar ayılıyor ve her şeye rağmen görevini sürdürüyormuş. Kendi içinde ise bu bayılmaların sebebini iyi biliyormuş. Herkesin sevgisini daha çok kazanmak istiyor, daha güçlü, daha etkileyici bir horoz olmak istiyormuş.
Cingo’nun Çelişkileri

Horoz Cingo her sabah görevini yerine getirmek için büyük bir heyecanla uyanırmış. Geceleri bile bazen sabahı düşler, öttüğü zaman herkesin ona hayran hayran bakmasını, köy halkının onu takdirle anmasını istermiş. Fakat ne kadar çok öterse bayılma riski de o kadar artarmış. Bunu bildiği hâlde sabah güneşinden önce yüksek çatılara çıkmaya devam etmiş. Sesi sabahın sessizliğini delip geçerken, kendi içinde çarpan kalbinin sesini bastırmaya çalışırmış.
Zamanla Cingo’nun öttüğü sabahlar bir şova dönüşmeye başlamış. Önce başını göğe kaldırır, ardından göğsünü şişirir sonra kuyruğunu kabartırmış. İlk ötüşü gür, ikinci ötüşü yankılı, üçüncü ötüşü ise neredeyse şiir gibiymiş. Fakat dördüncü geldiğinde gözleri kararır, sesi yarıda kesilir, ayakları titrer ve bir anda olduğu yere yığılırmış. Köyün çocukları bu duruma alıştığı için artık onun çevresinde toplanıp oyuna dalarlarmış. Yaşlılar başlarını sallar, “Yine yaptı yapacağını!” derlermiş.
Ancak Cingo’nun içinde bir sızı varmış. Her sabah kendine geldiğinde ilk yaptığı şey etrafına bakmakmış. “Acaba bu sefer daha çok kişi duydu mu?” diye sorarmış kendi kendine. “Beni takdir ettiler mi? Yeterince güzel miydim?”
Her sabah bu sorularla uyanmak onu görünenden çok daha fazla yoruyormuş. Sadece vücudu değil ruhu da bitkin düşüyormuş. Ama kendini durduramıyormuş. İçindeki o ses daha çok öterse daha çok sevileceğini söylemeye devam ediyormuş.
Bazı sabahlar ise yalnız kalıp düşündüğü olurmuş. Gökyüzünde süzülen kuşlara bakar, onların neden hiç çaba harcamadan bu kadar özgür olduğunu anlamaya çalışırmış. “Ben neden bu kadar uğraşıyorum?” diye sorarmış kendi kendine. “Benim gibi bir horoz neden yetmiyor da, daha fazlası olmaya çalışıyorum?” dermiş. Fakat sabah olduğunda yine aynı döngüye kapılır, yine çatının en yüksek yerine çıkar ve ötmeye başlarmış.
Köylüler ise Cingo’nun bu haline alışmışlar. Onun bayılmaları artık günlük yaşamın sıradan bir parçası hâline gelmiş. Kimse neden böyle olduğunu sorgulamaz olmuş. Cingo ise her sabah biraz daha yorgun, biraz daha endişeli kalkar, yine de ötmekten vazgeçmezmiş. Çünkü içinde taşıdığı bir his, kendi olmanın yeterli olmadığını fısıldıyormuş ona.
Her bayılma yüreğinde bir yara açıyormuş. Her uyanış o yaranın üzerine yeni bir soru ekliyormuş. “Ben niye böyleyim? Neden bu kadar zayıfım?” İçindeki bu çelişkilerle baş etmeye çalışırken bir sabah hiç olmadığı kadar uzun süre baygın kalmış.
Kaplumbağanın Bilgeliği

Cingo o sabah her zamankinden daha erken uyanmış. Geceden beri içini kemiren bir huzursuzluk varmış. Gökyüzü henüz lacivertken çatıya tırmanmış. Ay hâlâ tepede duruyormuş ama Cingo bekleyememiş! Sanki içindeki baskı artık daha fazla susmasına izin vermiyormuş. Göğsünü şişirmiş, tüylerini kabartmış ve ötmeye başlamış. Bir, iki, üç… Dördüncü ötüşünde yine sesi titremiş, başı dönmüş, gözleri kararmış ve bir anda ayakları yerden kesilir gibi hissedip yere düşmüş. Bu kez daha önceki hiçbir baygınlığa benzemeyen bir sessizlik sarmış etrafını.
Ne bir çocuk sesi duymuş ne de köydeki sabah telaşını… Sanki zaman durmuş. Vücudu hafiflemiş, gözleri kapalı olmasına rağmen önünde bambaşka bir yer belirmiş. Orası ne köy meydanıymış, ne de çatı!. Yemyeşil bir ormanın içinde, dev ağaçların gölgesinde yürüyormuş. Hava ılık, kuş sesleri sakin, toprak yumuşakmış.
Ormanın ortasında ise yaşlı ve kocaman bir kaplumbağa ve bir kayanın üstünde oturuyormuş. Kabuğu yosunla kaplı, gözleri derin ve sakince bakıyormuş. Cingo ona yaklaşırken ayak sesleri bile çıkmamış. Yaşlı kaplumbağa sanki onu yıllardır bekliyormuş gibi başını kaldırmış, Cingo’ya bakmış ve yavaşça konuşmuş:
— “Hoş geldin Cingo. Seni bekliyordum”.
Cingo şaşkınlıkla gözlerini kırpmış. Daha önce hiç konuşan bir kaplumbağa görmemiş. Nefesini tutarak sormuş:
— “Burası neresi? Neden buradayım?”
Kaplumbağa gözlerini kapayıp derin bir nefes almış. Ardından sakince cevap vermiş:
— “Burası senin kalbinin içi. Düşüp bayıldığında iç dünyana geldin. Çünkü artık bedenin değil ruhun yoruldu. Sana söyleyeceklerim var.”
Cingo kendini birdenbire çok küçük hissetmiş. Rüzgâr hafifçe esmiş, yapraklar kıpırdamış. Kaplumbağa konuşmaya devam etmiş:
— “Sen ötüşünle sevgiyi kazanmaya çalışıyorsun. Daha çok öttükçe daha çok sevileceğine inanıyorsun. Ama unuttuğun bir şey var: Seni sen olduğun için sevenler fazlasını yapmanı istemezler. Gerçek değer kendin gibi olduğunda ortaya çıkar. Kendini zorlayarak değil olduğun hâlinle var olmalısın.“
Cingo bu sözleri duyduğunda içi hem ısınmış hem de burkulmuş. Şimdiye kadar hep daha fazlasını yaparak değerli olacağını sanıyormuş. Ama bu kaplumbağanın söyledikleri içinde yıllardır duyduğu o küçük, sessiz sesi doğrular gibiymiş. Başını eğip yavaşça sormuş:
— “Peki ya beni artık sevmezlerse?”
Kaplumbağa hafifçe gülümsemiş:
— “Kendini kabul ettiğinde başkaları da seni gerçek hâlinle sevmeye başlar. Önemli olan önce kendi sesini duymaktır. Sen zaten yeterlisin Cingo. Daha fazlası için kendini tüketme.”
O anda Cingo’nun etrafında rüzgâr hızlanmış, ağaçların gövdeleri hafifçe titremiş. Gözleri kararmış ve kendi bedenine doğru geri çekiliyor gibi hissetmiş. Sanki yavaşça bir tüy gibi süzülerek yere iniyormuş.
Gözlerini açtığında yine çatıdaymış. Güneş doğmuş, köy halkı hareketlenmeye başlamış. Başında toplanan birkaç çocuk sessizce ona bakıyormuş. Ama artık farklı hissediyormuş.
Kendin Olmak Zaten Yeterlidir

Cingo ertesi sabah gözlerini açtığında havanın bitaz serin olduğunu olduğunu fark etmiş. Güneş tepelerin ardından yüzünü göstermeye başlarken kuşlar da dallarda ötmeye koyulmuş. Her şey yerli yerindeymiş. Ancak Cingo’nun içinde bir şeyler artık farklıymış. Rüyasında gördüğü kaplumbağanın sözleri hâlâ zihninde yankılanıyormuş: “Kendin olmak yeterlidir.”
Bir süre olduğu yerden kalkmamış. Etrafına bakınmış, köyün tanıdık seslerini dinlemiş. Çocukların hafif ayak sesleri, tarlaya yürüyen köylülerin konuşmaları ve bir yerlerde su taşıyan birinin sabırlı adımları… Bunların hepsi ona sabah sabah kendine koyduğu yükün ne kadar gereksiz olduğunu ona bir kez daha hatırlatmış.
O günden sonra Cingo en yüksek çatıya yine çıkmaya ve sabahları güneşi beklemeye devam etmiş. Ama artık içinden geldiği gibi ötüyormuş. Ne bir eksik, ne bir fazla! Tam gerektiği kadar, tam olması gerektiği gibi. Üç kez öttükten sonra sessizce aşağıya inip güne başlıyormuş. Artık kendisini zorlamadığı için eskisi gibi bayılmıyormuş. İçinde taşıdığı sevgi arayışını kendi kendine vermeyi öğrenmiş.
Köy halkı zamanla da bu değişimi fark etmiş. Artık Cingo’nun sabahları yere yığıldığını görmüyorlarmış. Onun yerine dimdik duran, sesi kararlı, bakışları huzurlu bir horoz karşılıyormuş onları her sabah. Sesi daha az çıkmasına rağmen etkisi gün geçtikçe artar olur olmuş. Çünkü samimiymiş. Çünkü olduğu gibiymiş.
Çocuklar Cingo’nun çevresinde toplanmaya devam etmiş. Ona su getirenler, yem bırakanlar, kanatlarını okşayanlar çoğalmış. Sadece sabah ötüşüyle değil, huzurlu varlığıyla da köyün sevgisini kazanmış. Ve en önemlisi kendi iç sesini bastırmadan kendisi olarak yaşamayı öğrenmiş.
Masal burada sona ermiş. Gökten üç elma düşmüş: Biri anlatanın, biri dinleyenin, biri de kendini olduğu gibi kabul eden herkesin başına.